1 Aralık 2011 Perşembe

Heidi gidelum Heidi!


Dün doğum günümdü. Ve dün farkettim ki pastayı üflemeden önce panik yapıyorum ve herkes bana bakarken dilek dileyemiyorum. Geriliyorum, kasılıyorum, ne isteyeceğimi unutuyorum ve üfleyip kurtulmayı diliyorum o an sanki... Dün kişisel tarihimin mum üfleme rekorunu kırmışken, tuhaftır ki yine dileğim aklıma gelmedi.

Tutulacak dilekler listemin ön sıralarından bir adet seçiyorum;

***Göstermek gibi olmasın ama yani şu resimde gördüğünüz müstakbel yayla evime bakar mısınız ?(Yazar burada evrene mesaj gönderiyor)  Kendimi Heidi gibi hissedip o yaylalarda türkü söyleyerek keklik gibi sekmek, ha boyle o çiçeklerin üzerine uzanıp gözlerimi kapatmak istiyorum. (Yazar burada da müstakbel Peter'e gönderme yapıyor.)

30 Kasım 2011 Çarşamba

Pazarla Pazarlık

Kendime bakıyorum da her cuma günüm cumartesi gününü, cumartesi günüm de pazar gününü planlamakla geçiyor. Cumartesi planlarıma sadık kalabiliyorken pazar günü Behzat Ç. izlemek hariç hiç bir planıma sadık kalamıyorum. Pazartesi sendromunu yaşamadığım için tespiti  buraya da bağlayamıyorum.
 
 
Hafta içi işten kalan zamanları ayırmaya kıyamadığım zevklerimi Pazar gününe ayırırım. Okuduğum kitaplar da ikiye ayrılır; hafta içi yatmadan önce uykum gelsin diye okuduklarım, bir de sadece pazar günleri sakin kafayla ha böyle altını çize çize okuduğum kitaplar var..Ya da hafta içi ordan burdan bir şarkı dinleyebiliyorken pazar günü dinlemek için çok büyük heyecanla aldığım son  albüm odamda ilgili yerlerine yerleştirilerek gerekli tüm hazırlıklar yapılır. Anladım ki asıl iş pazar gününe plan yapmak ve hazırlanmak. Zira kendimi biliyorum bu planları bozacak her yeni şeye açığım aslında..Mesela bu Pazar gelmeden daha cuma akşamından  keşfettiğim bir televizyon programının yayınlanmış tüm bölümlerini bir an önce  izlemek bana daha çekici gelebiliyor. Yeni biriyle tanışmak gibi...
 
Fakat pazar günü planlarımın arasına almayıp yapmak zorunda kaldığım antipatik eşyam, küçük ama sıkıntısı büyük ev aletim, birinci iyelik ekini istemeyerek kullandığım yegane şey; ütüm...Yeri gelmişken bunu da yazayım teknolojinin hala ütü yapmayı kolaylaştırmak adına büyük adımlar atamamasını da kınıyorum. Zorunlu ihtiyaçlarım, kredi ödemelerimden kalan küçük servetimi dökmeye razıyım  yeter ki çizgisine bırakacağı iz gibi ayrıntılara takılmadan pazar günüm bana kalsın. Yıllardır modelleri vs. değişse de evin içerisinde ütülenecek bir sürü kıyafet varsa hep zamanı yiyen günü bitiren bir düşman gibi görünüyor gözüme..Hafta içi saçma sapan kombinleri göze almışsam ütülenecek kıyafetleri ve ütüyü gözümün görmeyeceği bir yere kaldırıp geçici galibiyetin tadını çıkarabilirim. Tabi bunu kimse bilmez kimseye derdimi anlatamam orası ayrı.Bugün için henüz savaşı başlatamadım zira şu an için yazmak daha iyi.
 
Dün akşam Ankara Devlet Tiyatrosu'nun "Elma Hırsızları" isimli oyununa gittik. Şimdi klasik Ankara kokusu vardı diyeceğim ama bu sefer Ankara kokusunu sevmeyişimin acısını oyundan çıkarmak istemiyorum. Zira oyunu beğendim. Hukuk kavramını yaşanmış bağımsız hikayelerle anlatan bir oyundu. Hukuk, devlet,insan, suçlu kavramlarının   sorgulanması, çello,yan flüt ve piyano eşliğinde söylenen şarkılar hele ki Sinem Şahin'in müthiş sesi oyunu tadından yenmez hale getirdi. Arka planda duran dekorun her bir hikayede gittikçe parçalarının ayrılması kendime ara ara acaba yanlış mı görüyorum sorusunu sordursa da kimi arkadaşlarımın dikkatinden de kaçmamış. Senaryo, izleyiciyi oyunun içine alabilmeyi başarmış diyebilirim. Zira oyun bittikten sonra bazı replikler hafızama kendiliğinden kazınmıştı. Sonuç olarak izlenirse güzel olur iyi olur dediğim oyunlardan biri.