8 Mayıs 2012 Salı

Sen kimsin de bana üstünlük taslıyorsun derken ?

Bazen hiç bilmediğin bir yerde hiç tanımadığın insanlara aldırmadan aklından ne geliyorsa bir monitörden başka monitörlere yazmak istersin..yazdığın yazı olsa da verdiğin duygudur ya da bilgidir..parmakların klavyede çok hızlı gezinir, zamanın nasıl geçtiğini anlamazsın...Hadi yaaa bu benim de aklıma gelmişti dersin bazı bazı..O zaman yalnız olmadığını anlarsın...Bu da bi çeşit huzurdur evet..
Destur varsa ben bir kaç itirafda bulunup az biraz dedikodu yapayım;
Nasıl bir koşturmacanın içine daldım yine a dostlar...Borçlu ve alacaklı haneme sürekli zamanı işliyorum. Kaybettiğim zamanların yerine koyduğum materyallerin diskriminasyonu elimde kalıyor her seferinde.İşte tam da bu şekilde  ne dediğimi ben bile anlamıyorum.Bütün şarkılar ve hatta makamlar birbirine giriyor ağlarken gülen güldüren hallere bürünüyorum. Vel hasılı uzun bir süredir hayatımda pick'n roll havası esmekte. Yanlış anlaşılma olmasın elbet müstağni davranmıyorum zira, gördüklerimi elimden ve gönlümden geldiğince kayıt altına almaya çalışıyorum. Tüm bunların ötesinde bir düşünme olmalı, yorumsuz yaşamak
İnsan olma sorumluluklarımdan da uzak kaldım ki bunun hiç affı yok. 30 yıllık yaşantımda hayatıma yeni katılan insanların sayısı hiç sabit kalmadı. Bu benim için şükredilecek bir durum. Sevdiklerimin, dostlarımın sayısı arttıkça onlara daha çok zaman ayırmak, gönüllerini hoş tutmak, daha çok gülmek ve ağlanacak halime daha çok ağlamak isterim. Kendimi her türlü öz be öz eleştirilerimle konuşturmak, yarıştırmak ve düşünebileceğim bir yer bulduğumda oraya konuşlanmak  istiyorum.  Gelgelelim isyanıma, bu kadar çemkirmeyi ilkokul öğretmenimden öğrenmedim elbet, haklı itirazlarım var.
bugünkü çemkiriş konum "kibir"
Zamanında altını çizip malum yerime kaydettiğim sözlerden biriyle  başlayalım " Kibir, ruhu kaplayan deridir",(bkz. Nietzsche) Vay arkadaş bak hele daha burdan adamı vuruyor yeminle...Ruhum var diyen herkes şöyle bir kendine baksın.
Sakın bana "ben kibirli biri değilim" demeyin! Sizde olmadığını varsaydığınızı da başka bir kavramla karıştırıp, karşılaştırmayın. Öksürmeden önce aldığımız nefesten bile anlaşılıyor. Yürüyüşümüz, konuşmamız, oturup kalkmamız hep bir "benlik kokusu" içerisinde.Burada kibirli kimseleri ayırdedebileceğimiz onlarca tespit yapılabilir. Kibirli insanların zaten niyetlerinin farkedilmek olduğunu düşünürsek çevremizdeki kişilerin de farkettiklerine dair!  çok hassas tepkilerini görmezden gelmek imkansız oluyor. İşte burada göte göt demeyi bilmek lazım.
Yoksa "Sahip olduğumuz bir şeylerin diğerlerine göre fazla olması"  birebirde bir "kibirlenme" algısı oluşturmuyor, fakat ne zaman ki kişi bunu ispatlama çabasına giriyor işte o an tevazu ehli olmadığı ayırdedilebiliyor.
İş arkadaşları, yöneticiler,arkadaşlar, akrabalar, sevgililer...Niteleme sıfatları-mız değişse de özümüzde insanız ve bu kodlamadan kaçamıyoruz. Belki sorulsa o kişi kibirli midir diye hiç düşünmeden "hayır" cevabı verilebilir. Fakat kendimizle başbaşa kaldığımızda neyi sorguluyoruz ? Neyin hesabını yapıyoruz ? Eğer bir hesap yapıyorsak hangisi ağır basıyor? O kendimize konduramadığımız "Kibir" mi ? Kendi adıma, hiç sanmıyorum :)
O yüzden gurur falan yapmayalım; hele dönüp önce kendimize bakalım uşaklar !

Neden hâlâ olmadığına inanmak istemiyorum ?

Abim...Çektiğin acılardan kurtulduğunu bilmek bile mutlu etmiyor beni..kendi savaşların uğruna yaşayamadın ya ona yanıyorum. ve bir kez daha lanet ediyorum canımı benden alan toprağa götüren çernobile ve senin gidişine ve seninki gibi gidişlere sebep olanlara..

Doyamadık Kazım Abi sana..Haziranda ölmek zor Kazım Abi..Sen gittiğinden beri içimizdeki hırçın çocuk hep ağlıyor, içimizdeki karadeniz hep durgun..

kumral bir çocuğun
yaz öyküsü bu
şarkılarla geçtim aranızdan
yalnızlar gibi susup uzun uzun
terk ediyorum bu kenti
ah bir aşk gibi

şarkılar bir çığlığa sığınmaksa şimdi
sonsuz bir yangın gibi
sevmesem öyle kolay çekip gitmek
yaralı bir kuş gibi

Seni özlüyoruz hem de çok..Kimse benzemeyecek sana ama bilerek isteyerek ama istemeden...Şimdi de karadeniz müziği yapıyor DENİZİN ÇOCUKLARI tıpkı senin gibi...

Senin kadar sevemedik Kazım Abim...Senin adın geçiyor bir yerlerde, resmin çiziliyor bir yerlerde...Ruhun eksik ya hani doyamıyoruz şarkılarına da... Niyazi'yi, Selim' i, Harun' u, Mahmut abiyi emanet ettin bize senin gibi seviyoruz onları da, onlara bakınca seni görüyoruz...

Doymuyoruz ama...Kanser konserine engel olmadı biliyoruz saçların döküldü diye biz de kazıttık saçlarımızı..Sana bakınca seni değil kendimizi de gördük senin yüzünde...

Hiç kimse senin kadar güzel söyleyemez "bir hicaz şeyettırelim mi" diye başladığın "Divane Aşık Gibi" türküsünü...

Binlerce nükleer cinayetinden biri oldun sen de...

Demiştin ya hani;

"Bu arada;

hiç başımızdan eksik olmayan gökyüzüne,

günün karanlık saatlerine,

ara sıra kopsa da fırtınalara,

bir gün boğulacağımız denizlere,

eski günlere,

neler olacağını bilmesek de geleceğe,

kötülüklerle dolu olsa bile tarihe,

tarihin akışını düze çıkarmaya çalışan tüm güzel yüzlü çocuklara,

donkişotlar 'a,

ateş hırsızlarına,

ernesto "Çe" guevara'ya,

yollara-yolculuklara,

sevgililere,

sevişmelere,

sadece düşleyebildiğimiz olamamazlıklara,

üşürken ısınmalara,

her şeyden sıcak annelere, babalara

ve tadını bütün bunlardan alan şarkılara kendi sıcaklığımızı gönderiyoruz.

kötü şeyler gördük.

savaşlar,

katliamlar,

ölen-öldürülen çocuklar gördük

kendi dilini, kendi kültürünü, kendisini kaybeden insanlar, topluluklar gördük.

yanan köyler, kentler, ormanlar, hayvanlar gördük.

yoksul insanlar, ağlayan anneler, babalar, her gün bile bile sokaklarda ölüme koşan tinerci çocuklar gördük.

biz de öldük.

ama her şeye rağmen bu yeryüzünde şarkılar söyledik.

Teşekkürler dünya."

1 Aralık 2011 Perşembe

Heidi gidelum Heidi!


Dün doğum günümdü. Ve dün farkettim ki pastayı üflemeden önce panik yapıyorum ve herkes bana bakarken dilek dileyemiyorum. Geriliyorum, kasılıyorum, ne isteyeceğimi unutuyorum ve üfleyip kurtulmayı diliyorum o an sanki... Dün kişisel tarihimin mum üfleme rekorunu kırmışken, tuhaftır ki yine dileğim aklıma gelmedi.

Tutulacak dilekler listemin ön sıralarından bir adet seçiyorum;

***Göstermek gibi olmasın ama yani şu resimde gördüğünüz müstakbel yayla evime bakar mısınız ?(Yazar burada evrene mesaj gönderiyor)  Kendimi Heidi gibi hissedip o yaylalarda türkü söyleyerek keklik gibi sekmek, ha boyle o çiçeklerin üzerine uzanıp gözlerimi kapatmak istiyorum. (Yazar burada da müstakbel Peter'e gönderme yapıyor.)

30 Kasım 2011 Çarşamba

Pazarla Pazarlık

Kendime bakıyorum da her cuma günüm cumartesi gününü, cumartesi günüm de pazar gününü planlamakla geçiyor. Cumartesi planlarıma sadık kalabiliyorken pazar günü Behzat Ç. izlemek hariç hiç bir planıma sadık kalamıyorum. Pazartesi sendromunu yaşamadığım için tespiti  buraya da bağlayamıyorum.
 
 
Hafta içi işten kalan zamanları ayırmaya kıyamadığım zevklerimi Pazar gününe ayırırım. Okuduğum kitaplar da ikiye ayrılır; hafta içi yatmadan önce uykum gelsin diye okuduklarım, bir de sadece pazar günleri sakin kafayla ha böyle altını çize çize okuduğum kitaplar var..Ya da hafta içi ordan burdan bir şarkı dinleyebiliyorken pazar günü dinlemek için çok büyük heyecanla aldığım son  albüm odamda ilgili yerlerine yerleştirilerek gerekli tüm hazırlıklar yapılır. Anladım ki asıl iş pazar gününe plan yapmak ve hazırlanmak. Zira kendimi biliyorum bu planları bozacak her yeni şeye açığım aslında..Mesela bu Pazar gelmeden daha cuma akşamından  keşfettiğim bir televizyon programının yayınlanmış tüm bölümlerini bir an önce  izlemek bana daha çekici gelebiliyor. Yeni biriyle tanışmak gibi...
 
Fakat pazar günü planlarımın arasına almayıp yapmak zorunda kaldığım antipatik eşyam, küçük ama sıkıntısı büyük ev aletim, birinci iyelik ekini istemeyerek kullandığım yegane şey; ütüm...Yeri gelmişken bunu da yazayım teknolojinin hala ütü yapmayı kolaylaştırmak adına büyük adımlar atamamasını da kınıyorum. Zorunlu ihtiyaçlarım, kredi ödemelerimden kalan küçük servetimi dökmeye razıyım  yeter ki çizgisine bırakacağı iz gibi ayrıntılara takılmadan pazar günüm bana kalsın. Yıllardır modelleri vs. değişse de evin içerisinde ütülenecek bir sürü kıyafet varsa hep zamanı yiyen günü bitiren bir düşman gibi görünüyor gözüme..Hafta içi saçma sapan kombinleri göze almışsam ütülenecek kıyafetleri ve ütüyü gözümün görmeyeceği bir yere kaldırıp geçici galibiyetin tadını çıkarabilirim. Tabi bunu kimse bilmez kimseye derdimi anlatamam orası ayrı.Bugün için henüz savaşı başlatamadım zira şu an için yazmak daha iyi.
 
Dün akşam Ankara Devlet Tiyatrosu'nun "Elma Hırsızları" isimli oyununa gittik. Şimdi klasik Ankara kokusu vardı diyeceğim ama bu sefer Ankara kokusunu sevmeyişimin acısını oyundan çıkarmak istemiyorum. Zira oyunu beğendim. Hukuk kavramını yaşanmış bağımsız hikayelerle anlatan bir oyundu. Hukuk, devlet,insan, suçlu kavramlarının   sorgulanması, çello,yan flüt ve piyano eşliğinde söylenen şarkılar hele ki Sinem Şahin'in müthiş sesi oyunu tadından yenmez hale getirdi. Arka planda duran dekorun her bir hikayede gittikçe parçalarının ayrılması kendime ara ara acaba yanlış mı görüyorum sorusunu sordursa da kimi arkadaşlarımın dikkatinden de kaçmamış. Senaryo, izleyiciyi oyunun içine alabilmeyi başarmış diyebilirim. Zira oyun bittikten sonra bazı replikler hafızama kendiliğinden kazınmıştı. Sonuç olarak izlenirse güzel olur iyi olur dediğim oyunlardan biri.